Keder ve Kalem: Yas Günlüğü Üzerine
Hayatında büyük kayıp yaşayan insanların yas süreçleri farklı şekiller alabilmektedir. Hangi yaşta olursa olsun ebeveyn kaybı, bir evlat için sarsıcı bir tecrübedir. Ebeveyn kaybı, bilhassa anne kaybı, bireyin varoluşsal temelini derinden sarsan bir kırılma anıdır. Zira anne, çoğu zaman yalnızca bir sevgi kaynağı değil, aynı zamanda aidiyetin, güvenin ve koşulsuz kabulün ilk ve en güçlü temsilidir. Annenin kaybı, bireyin hem geçmişle hem de kendilik duygusuyla kurduğu bağı zedeleyerek, kimlik algısında boşluklar yaratır. Bu kayıp, yalnızca duygusal bir eksilme değil, aynı zamanda varoluşun sürekliliği inancını da zedeleyen bir deneyimdir. Anne figürünün yitirilişiyle birlikte, insanın dünyaya olan köklenmişliği sarsılır; böylece kişi, hem içsel bir yetimlik hissine sürüklenir hem de zamanın geri döndürülemez akışıyla ilk kez bu kadar somut biçimde yüzleşmek durumunda kalır.
Sosyolog Debra Umberson, anne kaybını şu şekilde değerlendirir:"Ebeveyn kaybına, özellikle de annenin kaybına özgü olan şey, kadınlarda ve erkeklerde kişinin çocukluğuyla temel bağını kaybetmesine bağlı olarak ortaya çıkan ilkel çocuksu duygulardır. Önemli bir kayıp sonrasında derinlerden gelen güçlü duygulara elbette ki her zaman rastlanabilir, ancak ebeveyn kaybına verilen duygusal tepkinin kökeni, çocukluğun ebeveynle duygusal bağının oluşmaya başladığı erken dönemlerdir. Ebeveynden ayrılma korkusu, ebeveynin kaybı ya da onun tarafından terk edilme, erken dönem kişilik gelişiminin temelini oluşturur; öyle ki çocukluğa ait bu korkunun sonunda gerçeğe dönüşmesi, ebeveynle kurulmuş bu ilk sembolik ilişkiyi yansıtacak bir tepki uyandırır."[1]
Dünya edebiyatında doğrudan anne kaybı ve yas sürecine dair sınırlı sayıda yapıt bulunmaktadır. Bunların içinde Roland Barthes'ın annesi Henriette Barthes'ın 25 Ekim 1977 tarihindeki ölümünün ardından tutmaya başladığı, kısa, yoğun ve öznel notlardan oluşan bir metin olan Yas Günlüğü (orijinal adıyla Journal de deuil) yapıtı önemli bir yere sahiptir. Barthes, annesinin ölümünden sonra yaklaşık iki yıl boyunca yazdığı bu günlükte, derin ve kişisel bir yas deneyimini yalın, kırılgan, fakat felsefi bir dille aktarmaktadır.
Barthes'ın bu eserde temel meselesi, sevilen bir varlığın kaybı ve bunun birey üzerindeki yıkıcı etkileridir. Barthes, Yas Günlüğü'nde annesinin ölümünü yalnızca kişisel bir trajedi olarak değil, dilin ve anlamın tükenişi olarak görür: "Ender olan şey üstüne - dilselleştirmemizin, sözlerimizin anlamsızlığı üstüne: Evet, ama hiç yavanlığa kaçmadan, budalalık etmeden, gaf yapmadan..."[2] Bu pasaj, yasın yalnızca duygusal bir kayıp değil aynı zamanda dilin işlevsizleştiği, anlam üretiminin sekteye uğradığı bir varoluş hâli olduğunu ortaya koyar. Barthes, annesinin ölümünü salt bir biyografik kırılma olarak değil dilin sınırlarını zorlayan, hatta dilin iflasına yol açan bir tecrübe olarak yaşar. Bu noktada, yasın en derin boyutlarından biri olan "ifade edilemezlik" devreye girer: acı, o denli yoğun ve benzersizdir ki mevcut sözcükler bu duygunun büyüklüğünü taşıyamaz hâle gelir. Pasajda yer alan "dilselleştirmemizin, sözlerimizin anlamsızlığı" ifadesi, tam da bu noktada, yasın dil öncesi bir boşluk yarattığını ima eder. Ancak Barthes, bu sessizlik hâlini bile dikkatli bir şekilde ifade etmeye çabalar; ne yavan bir klişeye kapılmak, ne budalaca bir duygu sömürüsüne düşmek, ne de gaf yapacak kadar dilin hoyratlığına teslim olmak ister. Bu da onun yas deneyimini yalnızca içerik olarak değil, biçimsel olarak da zarif, incelikli ve bilinçli bir şekilde dile getirmeye çalıştığını gösterir. Yani Barthes için yas, yalnızca bir "acıyı anlatma" meselesi değil, aynı zamanda anlatmanın sınırlarını fark etme ve o sınırlar içinde yeni bir anlam inşasına girişme sürecidir. Bu bakımdan yapıt, hem psikolojik bir çözümleme hem de dilin sınırlarına dair felsefi bir sorgulama içermektedir. Barthes'a göre yas, dilin kendisinin sustuğu, anlam üretmenin imkânsızlaştığı bir varoluş hâlidir.
Günlükteki notlar genellikle kısa ve aforizma biçimindedir. Barthes, duygu yoğunluğunu doğrudan ve sade bir dille ifade ederek, okuru yas tutma sürecinin iç dünyasına davet eder. Yazarın iç hesaplaşmaları, umutsuzluğu, kaygısı ve çaresizliği, metinde yalın ve saf halleriyle sunulur. Bu açıdan metin, klasik yas anlatılarının aksine dramatikleşmekten veya duygusallaşmaktan ziyade, minimalist ve felsefi bir derinlikle yasın ruh hâline odaklanır.
Barthes'a göre yas süreci, yalnızca duygusal değil, aynı zamanda düşünsel bir krizdir. Metinde, kaybın kesinliğini ve geri döndürülemezliğini vurucu şekilde gösterilmektedir. Barthes, ölümü ve kaybı bir tür felsefi çıkmaza dönüştürerek, ölümü yaşamdan soyutlamadan, onu hayatın merkezine yerleştirir. Zira bir anlamda yas tutan da aslında yaşayan bir ölü gibidir: "Gerçekte, aslında, hep şunu hissediyorum: sanki ölmüş gibiyim."[3]
Yas tutan, sevdiği insan için korkma nedenini de kaybettiğinden, artık kaybedecek çok az şeyi kalmıştır: "Şimdi yaşamımın Nedenini -birisi için korkma Nedenini- kaybetmişken artık kaybedecek neyim kaldı ki?"[4]
Yas Günlüğü'nde dikkati çeken önemli noktalardan biri de yasın zamansal boyutudur. Barthes için zaman, yasın acısını dindiren değil, tam tersine onu pekiştiren ve süreğen kılan bir unsurdur. Günlüklerde sıklıkla beliren tekrarlar ve takıntılar, kaybın getirdiği döngüsel düşünce yapısını gösterir. Barthes, kaybedilen kişinin yokluğunun zamansızlığını, yas tutan öznenin varoluşunu yeniden şekillendiren bir gerçeklik olarak kabul eder.
Yas tutanın yalnızlığı, hayatın bir anlamda her veçhesine de etki etmektedir: "Anneciğimin ölümüyle içine düştüğüm yalnızlık, onun hiç katkısı olmadığı alanlarda, çalışma alanlarımda tek başıma bırakıyor beni. Bu alanlarla ilgili saldırıları (yaralayıcı sözleri), kendimi eskiye göre daha yalnız, daha terk edilmiş olarak çok kötü biçimde hissetmeden okuyamıyorum: Yardım'ın çökmesi, var olsaydı bile asla doğrudan başvurmazdım ona."[5]
Yapıtın dil ve biçim açısından yalınlığı, içeriğin derinliğiyle güçlü bir karşıtlık oluşturur. Barthes, kişisel yasını ifade ederken, dilin sınırlarını, sessizliğini ve anlatımın imkânsızlığını bilinçli şekilde kullanır. Bu anlamda Yas Günlüğü, yalnızca kişisel bir hatırat değil, dil felsefesi ve anlam üretiminin imkânsızlığı üzerine yoğun bir deneme olarak da okunabilir.
Yas tutanların süreçlerinin birbirinden farklılığını şu şekilde ifade etmektedir Barhtes: "Herkesin kendi keder ritmi vardır."[6] Bu görüş, yasın evrensel bir deneyim olmakla birlikte, bireysel olarak son derece farklı şekillerde yaşandığını vurguladığı gibi, modern psikoloji literatüründeki "kişisel yas yolları" anlayışıyla örtüşmektedir. Geleneksel psikolojik modellerde, misal olarak Elisabeth Kübler-Ross'un beş evre modeli (yadsıma ve yalıtlanma, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme)- yas belirli aşamalarda ilerleyen bir süreç gibi sunulmaktadır.[7] Çağdaş psikoloji ise bu süreci daha esnek, dairesel ve bireysel farklılıklara açık bir yapıda ele almaktadır. Özellikle günümüzde travma sonrası büyüme, bağlanma kuramı ve bilişsel davranışçı yaklaşımlar, yasın kişisel geçmiş, duygusal yapı, bağlanma tarzı ve çevresel destek gibi faktörlere bağlı olarak şekillendiğini ileri sürer. Örneğin, bağlanma kuramına göre, erken çocuklukta güvenli bağlanan bireyler kayıpla baş etmede daha sağlıklı stratejiler geliştirebilirken, kaygılı ya da kaçıngan bağlanan bireyler daha karmaşık, uzamış veya bastırılmış yas deneyimleri yaşayabilir.[8] Barthes'ın bu kısa ama derin ifadesi, işte bu tür kişisel geçmişlerin ve içsel düzeneklerin yas sürecine yansıyan eşsiz etkilerini sezgisel olarak ortaya koymaktadır.
Barthes; yasın ani, istemsiz ve denetimsiz şekilde ortaya çıkan duygusal patlamalarını "keder krizi" olarak adlandırır: "Keder krizi. Ağlıyorum."[9] Bu kısa cümle, yasın doğrudan yaşanan, bedensel ve içsel bir hâl olduğuna işaret eder. Burada duygunun düşünceyle süzülmeden, kontrol edilmeden, aniden bastırdığı bir âna tanıklık edilmektedir. Zira keder, yalnızca zihinsel bir hüzün hâli değil, vücut bulan, gözyaşıyla dışavurulan bir varoluş durumudur. "Keder krizi" ifadesiyle, duygunun sürekliliğinden ziyade, gelip geçen ama yıpratıcı olan bir duygusal ani dalgalanmayı tasvir edilmektedir.[10] Hem bir dışavurum, hem de bir teslimiyet halidir ağlamak. Bu ağlayış, teselli arayışı değil, yasın acı gerçekliğine karşı koyamamanın, onun beden üzerindeki hakimiyetinin bir itirafıdır.
Barthes'ın Yas Günlüğü, yalnızca bir yas anlatısı değil, aynı zamanda kayıptan sonra yaşamın anlamını yeniden kurma çabasının dilsel ve varoluşsal bir kaydıdır. Annesinin ölümünün ardından tuttuğu bu günlükte Barthes, hayatın sürekliliğini değil, onun anlam merkezinin kaybolduğunu ve bu boşluğun neyle doldurulabileceğini sorgular. Anlam artık geçmişte olduğu gibi sabit değildir; her şey dağılmış, rutinler çökmüş, nesneler anlamsızlaşmıştır.[11] Bu nedenle Yas Günlüğü, bir bakıma, hayatın eski anlatısını çözüp yerine yeni bir anlatı inşa etme sürecinin belgesidir. Barthes, bu yeniden anlamlandırmayı doğrudan bir çaba veya terapötik strateji olarak görmez; tam tersine, kaybın bıraktığı boşlukla yaşamaya çalışırken, hayatın anlamına dair kurduğu tüm yapıları sarsar. Gündelik eylemler, nesneler, kelimeler, hatta düşünce tarzı bile artık anlam taşımaz, zira anlam da annesiyle birlikte ölmüştür. Bu noktada hayatı yeniden anlamlandırma, önce anlamın yitiminin kabulüyle başlar. Barthes, bu boşluğu doğrudan doldurmaz; onunla birlikte yaşar, onu gözlemler, hatta o boşlukta beklemeyi, anlam üretiminin yeni zemini hâline getirir. Yeniden anlamlandırma süreci, Barthes'ta bir inşadan ziyade bir bekleme ve sezme biçimiyle ilerler. O, anlamın artık doğrusal bir anlatıdan değil, kırık ve parçalı anların, hatıraların, gündelik izlenimlerin bir araya gelişinden oluşacağını hisseder. Zira annesinin yokluğuyla birlikte dünya hem tanıdık hem de sonsuz derecede yabancı hâle gelmiştir. Dolayısıyla yeni anlamlar, bu yabancılaşmanın içinden, sessizlikten, gözyaşından ve belleğin beklenmedik hareketlerinden filizlenir.
Yas Günlüğü'nün ilerleyen bölümlerinde, Barthes'ın dilinde beliren küçük ton değişimleri -örneğin bazı imgelerin, anıların ya da tekrar eden cümlelerin- bir tür içsel dönüşümün sinyallerini verir. Bu, travmanın "geçmesi" değil; onunla yaşamaya dair yeni bir düşünsel ve duygusal ritmin oluşmasıdır. Hayatı yeniden anlamlandırmak Barthes için nihai bir hedef değil, daimi bir ihtiyat hâlidir. Anlam artık sabit bir çerçevede değil, her an yeniden kurulan, sorgulanan, hassas ve kırılgan bir ilişkide belirir. Bu bağlamda Barthes'ın yaklaşımı, bir bakıma psikolojik "baş etme" ya da "aşma" modellerine karşı derin bir alternatif sunmaktadır. Hayatı yeniden anlamlandırmak, onun için bir devam etme değil, anlamsızlıkla birlikte kalabilme cesareti gerektirir. Barthes'ın sessizliği, kısa cümleleri ve kimi zaman tekrara dayalı yazımı, işte bu yeni anlamın doğduğu zemini gösterir: Sessizlik içinde, kırılgan bir şekilde, ama aynı zamanda büyük bir sadâkâtle.
Psikoloji literatüründe yas sürecine dair güncel ve önemli bir çalışma olan Psikolog Mary-Frances O'Connor'ın Yas Tutan Beyin adlı yapıtı ile Roland Barthes'ın Yas Günlüğü arasında yapılacak mukayeseli analiz, yasın deneyimlenme biçimi ile bu deneyimin kavranış yöntemleri arasındaki derin farkları ve örtüşen noktaları ortaya koymaya yardımcı olabilir. Barthes, yas deneyimini son derece öznel, dilsel ve felsefi bir düzlemde ele alırken; O'Connor, yasın nörobiyolojik ve bilişsel temelini bilimsel olarak ortaya koyar. Ancak her iki yaklaşım da yasın hem sürekliliğini hem de bireyselliğini merkeze alır. Barthes'ın yukarıda yer verilen "dilselleştirmemizin, sözlerimizin anlamsızlığı üstüne..." sözünde, kaybın ardından gelen ifade yetersizliği, dile olan güvensizlik ve acının anlatılamaz doğası vurgulanır. O'Connor ise bu durumu, beynin gerçeklik algısının kayıpla çelişmesiyle açıklar: beyin, sevdiklerimizin kaybını hemen kavrayamaz çünkü bu, beynin deneyimlediği gerçekliğe aykırıdır.[12] Yani Barthes'ın dile dökemediği anlamsızlık hissi, O'Connor'un açıklamasında, beynin haritasını güncelleme güçlüğüyle örtüşür. Barthes'ın sezgisel düzeyde fark ettiği anlam boşluğu, O'Connor'a göre, beynin var olanı aramaya devam etmesi ile oluşan nörobilişsel bir çatışmadır.
İlginç bir benzerlik, her iki yazarın da yas sürecinin zamansal boyutuna verdiği önemdir. Barthes için zaman, yalnızca kaybın mesafesini değil, acının sürekli geri dönen doğasını ifade eder. O'Connor ise bunu bilimsel olarak destekler: "Anlayacağınız üzere yas asla bitmez ve bu duygu, kayba karşı verilen doğal bir tepkidir."[13] Yani acı kaybolmaz, ama zihnimiz onunla başa çıkma yollarını öğrenir. Barthes için bu öğrenme süreci dil içinde bir yankı olarak kalırken, O'Connor için sinaptik yeniden yapılanma ve nörolojik adaptasyondur.
Barthes yasın anlamını sorgular; O'Connor ise onun nasıl işlediğini. Biri bilinçle, diğeri sinirsel haritalarla çalışır. Barthes için yas, insan olmanın dili kıran ontolojik hâlidir; O'Connor içinse, insan beyninin bağ kurma ve kayıp karşısında yeniden öğrenme kapasitesidir. Bu nedenle Barthes'ın sessizliğe ve parçalanmış cümlelere dayanan metni, O'Connor'un bilimsel açıklamalarıyla çarpıcı bir şekilde tamamlanır; biri acıyı ifade etmenin imkânsızlığına dikkat çekerken, diğeri bu acının nasıl işlendiğini nörobilimsel olarak çözümler.
Yas Günlüğü'nde Barthes'ın annesine duyduğu derin bağ ve onun kaybıyla yaşadığı varoluşsal sarsıntı, çağdaş nöropsikolojik araştırmalarla da örtüşen biçimde, erken dönem anne bakımının bireyin beyin gelişimi üzerindeki kalıcı etkilerini düşündürür.[14] Mary-Frances O'Connor'un The Grieving Brain adlı çalışmasında vurguladığı gibi, birincil bağlanma figürü olan annenin varlığı, çocuğun hem duygusal düzenleme kapasitesini hem de sosyal ve bilişsel haritalarını şekillendirir; bu bağ, beynin "burada, şimdi ve yakınlık" ekseninde kendini konumlandırmasının temelidir: "İnsanlar olarak, sevdiklerimizin nerede olduğunu kafamızdaki sanal haritada üç boyut kullanarak kodlarız. İlk iki boyut yiyecek bulmak için kullandığımız boyutlarla; yani yer (nerede olduğu bilgisi) ve zamanla (yiyecek arama zamanı) doğrudan ilişkilidir. Üçüncü boyuta ise yakınlık diyeceğim. Sevdiklerimizin daha öngörülebilir olmasını sağlamanın yollarından biri aramızdaki bağdır. Eve dönmemizi beklemek için motive olurlarsa, ya da dönmediğimizde bizi arama arzusuna sahip olurlarsa, sevdiklerimizi bulma olasılığımız artar. Bu görünmez yakınlık bağı, İngiliz psikiyatrist John Bowlby'nin bağlanma adını verdiği şeydir. Yakınlığı bir boyut olarak düşünmek henüz çok yeni bir fikirdir ve 2. Bölüm'de bununla ne kastettiğimi daha ayrıntılı anlatacağım. Şimdilik genel bağlamda şu üç boyuta odaklanalım: burada, şimdi ve yakın."[15]
Barthes için annenin kaybı, sadece bir sevdiğini yitirmek değil, aynı zamanda bu zihinsel haritanın merkezinin çöktüğü bir durumdur. Annesinin varlığıyla şekillenen içsel denge, onun yokluğunda anlam, yön ve güvenlik duygusunu yitirmiştir. Dolayısıyla Yas Günlüğü, yalnızca bir yas anlatısı değil, aynı zamanda anneyle kurulan nöronal ve duygusal bağın çözüldüğü bir nörobiyolojik kırılmanın edebî ifadesi olarak da okunabilir.
Barthes'ın Yas Günlüğü, kaybın, yasın ve ölümün insan yaşamındaki yerine dair düşünsel derinliği yüksek bir yapıttır. Barthes'ın yas tecrübesini dilin sınırları üzerinden sorgulaması, bu yapıtı sadece bir nevi şahsî vesika olmaktan çıkarıp evrensel, felsefî ve antropolojik bir metne dönüştürmektedir. Bu bakımdan Yas Günlüğü, Barthes'ın kendi yasını ifade ettiği kadar, okur için de yas ve kayıp üzerine farklı bir perspektif sunmaktadır.
[1] Debra Umberson, Ebeveynin Ölümü: Yeni Bir Yetişkin Kimliğine Geçiş, çev. Özge Çağlar Aksoy, İstanbul: İletişim Yayınları, 2022, s. 35.
[2] Roland Barthes, Yas Günlüğü, çev. Mehmet Rifat, Sema Rifat, İstanbul: Yapı ve Kredi Yayınları, 2016, s. 258.
[3] A.g.e., s. 117.
[4] A.g.e., s. 118.
[5] A.g.e., s. 132.
[6] A.g.e., s. 172.
[7] Bu evrelerin tüm teferruatıyla açıklaması için bkz. Elizabeth Kübler-Ross, Ölüm ve Ölmek Üzerine: Ölmekte Olan Kişilerin Doktorlara, Hemşirelere, Din Adamlarına ve Kendi Ailelerine Öğrettikleri, çev. Banu Büyükkal, İstanbul: Boyner Holding Yayınları, 1997, s. 61-168.
[8] Tedeschi ve Calhoun'un, travma sonrası büyümenin bireysel farklıklar, bilişsel yeniden yapılandırma süreçleri ve destek sistemleriyle nasıl şekillendiğini açıkladığı çalışması için bkz. Richard G. Tedeschi, Lawrence G. Calhoun, "Posttraumatic Growth: Conceptual Foundations and Empirical Evidence", Psychological Inquiry, Vol. XV, No. 1 (2004), s. 1-18. Keza Bowlby'nin bağlanma kuramı, yasın bireysel bağlanma tarzlarına göre nasıl farklılaştığını kuramsal ve gözlemsel düzeyde açıklamaktadır, bkz. John Bowlby, Kaybetme, çev. Nur Nirven, Nüket Diner, İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2021; Robbie Duschinsky, Kate White, Travma ve Kayıp: John Bowlby Arşivi'nden Anahtar Metinler, çev. Taner Güvenir, Özenç Ertan Öztekin, Ankara: Minotor Kitap, 2024.
[9] Barthes, Yas Günlüğü, s. 151.
[10] Modern psikoloji literatüründe bu tür ani duygusal boşalmalar, "yas atağı" veya "duygusal tetiklenme" şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tür krizler, kaybın ardından belirli bir düzene oturmamış, bastırılmış ya da sürekli geri çağrılan anıların beklenmedik bir anda tetiklenmesiyle ortaya çıkar. Örneğin bir ses, bir koku ya da bir fotoğraf gibi sıradan bir dış uyaran, kişinin zihinsel savunma duvarlarını bir anda yıkar ve yoğun bir duygusal yanıt baş gösterir. Karmaşık yas yaşayan bireylerde yoğun ve ani duygusal krizler, tetikleyici anı ve nesnelere karşı gelişen tepkilerle bağlantılıdır, "Yas atağı" bu klinik tabloda temel semptomlardan biri olarak tanımlanmaktadır, bkz. M. K. Shear, E. Frank, P.R. Houck, C. F. Reynolds, "Treatment of complicated grief: A randomized controlled trial", JAMA, 293.21 (2005), s. 2601-2608.
[11] Yas sürecinde kayıp yaşayan kişilerin hayatı yeniden anlamlandırma süreçleri hakkında bkz. Deniz Okay, "Yas ve Anlamı Yeniden Yapılandırma", Kayıp ve Yas Psikolojisi, ed. Emrah Keser, İstanbul: Nobel Akademik Yayıncılık, 2023, s.99-146.
[12] "Birinin artık varolmadığı fikri, beynin ömür boyuna öğrendiği kurallara uymaz.", bkz. Mary-Frances O'Connor, Yas Tutan Beyin, çev. Uğur Mehter, İstanbul: Diyojen Yayıncılık, 2025, s. 52-56.
[13] A.g.e, s. 17.
[14] Anne bakımı ve beyin gelişimi hakkında bkz. Sinan Canan, Değişen Be(y)nim, İstanbul: Tuti Kitap, 2024, s. 52.
[15] O'Connor, Yas Tutan Beyin, s. 30-31.
Yazar'a ait Diğer Yazılar
Dr. Tolga Ersoy
1980 yılında İstanbul'un Şişli ilçesinde doğdu. İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün Kültürel İncelemeler yüksek lisans programını 2009 yılında "Prokopios'un Yapıtlarında Perslerin Temsili" başlıklı tezi ile tamamladı. Robert Drews'un "Tunç Çağı'nın Sonu: Askeri Değişim ve Antik Akdeniz'de Çöküş" adlı yapıtını Gürkan Ergin ile birlikte çevirdi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün Ortaçağ Tarihi doktora programını "Antikçağ ve Ortaçağ Filolojik Kaynaklarında Avrupa Hunlarının Temsili" başlıklı tezi ile tamamladı. Akademik çalışmalarını sürdürmekte ve serbest avukatlık yapmaktadır.