Sanat

Sanatın Sessizleşmesi: Kültürel Hegemonya, Otosansür ve İdeolojinin Gizli Eli

   Can Korur       Haziran 2025

Sanatın Sessizleşmesi: Kültürel Hegemonya, Otosansür ve İdeolojinin Gizli Eli

 

Modern zamanların en ince şiddet biçimi, ifade özgürlüğünü görünürde kutsarken, içerikte tahakküm altına almasıdır. Sanat bu şiddetin hem kurbanı hem suç ortağıdır. Bugün bir galeriye girdiğinizde, bir tiyatro salonunda ya da bağımsız sandığınız bir festivalde gördüğünüz işler, görünürde çoğulculuğun birer parçasıdır. Ama bu çoğulluk, sistemin çizdiği sınırlar içinde devinen steril bir hareketliliktir yalnızca.

Peki nedir bu sterilizasyonun kaynağı? Sanat neden artık radikal bir müdahale değil de törensel bir temsil biçimi gibi duruyor? Cevap, sanatın yapısal olarak içine doğduğu üretim ve dolaşım ilişkilerinde yatıyor. Tıpkı medya gibi, tıpkı eğitim gibi, sanat da ideolojinin görünmez elleri tarafından şekillendirilen bir aygıta dönüşmüştür. Bu dönüşüm öyle incelikli işler ki, çoğu zaman sansür görünmez, baskı hissedilmez, sınır bizzat sanatçının zihninde kurulur.

Tam da bu noktada, sanatın yalnızca içerdiğiyle değil, içeremediğiyle de değerlendirilmesi gerekir. Hangi meseleler hiç işlenmiyor? Hangi kelimeler düşüyor kalemden, sansür korkusuyla değil, davet edilme arzusu yüzünden? Hangi anlatılar, daha baştan itibaren kendini susturuyor? Sanatın sessizleşmesi bu sorularda yankılanır.

Bugünün sanatı, görünüşte radikal, özde uyumludur. Eleştirelmiş gibi yapan işler, yalnızca eleştirinin içeriğini tüketip, sistemin sınırlarını meşrulaştırır. Sahnede bağıran bir oyuncunun sesini duyarız, ama o bağırış sistem tarafından çoktan sterilize edilmiştir. İşte bu çifte gerçeklik, sanatın politik potansiyelini törpüler. Oysa sanat, tam da bu steril zemini çatlatabilecek tek alanken, artık onun üzerine inşa edilen bir vitrin halini almıştır.

Sanatın İdeolojik Çöküşü ve Tekelleşmesi

 Sermaye her zaman estetikten önce dili ele geçirir. Hangi hikâyelerin anlatılabilir olduğu, hangi imgelerin kabul edilebilir sayıldığı belirlenmiştir. Sanatın politik potansiyeli, "tarafsızlık" adı altında nötralize edilir. Bu tarafsızlık, sadece mevcut olanı yeniden üretir. Her fon, her ödül, her küratöryel seçki; aslında bir seçme değil, bir eleme pratiğidir. Seçilmeyen, söylenemeyendir.

Türkiye'de kültür politikalarının biçimlendirdiği ekosistem, bağımsız düşünceyi sadece ekonomik olarak değil, ontolojik olarak da tehdit eder. Sanatçı, artık sadece neyi söylediğiyle değil, nasıl söylediğiyle ve kimin izniyle görünür olduğu üzerinden değerlendiriliyor. Estetik bir çerçeve çiziliyor ve politik olan, bu çerçevede boğuluyor.

Sanat piyasalaştıkça içerik steril hale gelir. Bir zamanlar sistem eleştirisiyle öne çıkan temalar, bugün dekoratif bir ambalajla sunulur. Tehlikeli olan zararsızlaştırılır. Görünürde politik olan iş, gerçekte yalnızca sistemin işleyişini simüle eder.

 Otosansür: Sistemin İçselleştirilmiş Versiyonu

 Sansürün en rafine hali, artık görünmezdir. Yasa yok, yasaklayan yok. Sadece bir iç ses: ‘Bunu böyle söyleme', ‘Bu başına iş açar', ‘Buradan çağrılmazsın.' Bu ses dışsal değildir, içselleştirilmiştir. Sanatçının zihninde kurulmuş küçük bir editör: Kapitalist estetik kodlara uygun mu? Bürokratik limitleri aşar mı? Satılır mı? Çağrılır mı? Desteklenir mi?

 

 Bu filtre, sansürden çok daha sinsi bir düzlemde işler. Çünkü dışsal müdahaleye direniş mümkündür; ama içsel kontrol, direnilemez olanın norm haline geldiği bir rejimdir. Sanatçı kendi sesinden şüphe eder hale gelir. Düşünce üretimi, önce kendini temize çeker, sonra dile dökülür. Ve bu temizlik, yalnızca kirliliğin yeniden tanımlanmasıdır.

 

 Otosansür bir koruma refleksi değil, düşünsel bir inkâr biçimidir. Sanatçının kendini bastırdığı her an, sistemin kendini yeniden üretme kapasitesi genişler. En güçlü hegemonya, görünmez olan değil; gönüllü olandır.

 

 Sanatın Politik İçerikten Arındırılması

 Sanat artık bir mücadele değil, bir poz veriş biçimidir. Politik bir iş üretmek, yalnızca bir ‘tema' belirlemekten ibaret hale gelir. Baskı gösterilir ama eleştirilmez. Direniş betimlenir ama yeniden üretilmez. Sanat, politik olanı estetize ettikçe, onun etkisini törpüler.

 

 Bu bir ‘politik pornografi' halidir: Acının sergilenmesi, ama bu acıya müdahil olunmaması. Tiyatro sahnesinde ağlayan bedenler, galerilerde kırık objeler, duvarlara yansıtılmış distopik imgeler... Hepsi bir ‘gösterme' pratiğidir ama hiçbir şey değişmez. Çünkü bu gösterme, sisteme dahil bir pozisyon sunar: Gördün mü? O halde rahatla.

Sanatın politik içeriği, artık kendisine yüklediği riskle değil, kazandığı ödülle ölçülür. Bu, sadece bir estetik krizi değil, aynı zamanda etik bir çöküştür.

Direniş Neyi Gerektiriyor?

 Gerçek direniş, estetik değil, varoluşsal bir tercihtir. Göstermek değil, reddetmek. Çağrılmamak. Kabul edilmemek. Dışarıda kalmak. Bağımsız üretim yalnızca ekonomik bir tercih değil, etik bir zorunluluktur. Sisteme entegre olmadan üretmek, davet edilmeden konuşmak, onay almadan var olmak.

Direnişin mekânı; büyük fuarlar, sponsorlu festivaller, kurumsal galeriler değil, küçük odalar, bağımsız dergiler, anonim duvarlardır. Orada hala filtrelenmemiş bir öfke, şekil almamış bir dil ve sansürlenmemiş bir kelime vardır.

Sanatın Sessizliği, Düşüncenin Ölümüdür

Sanat konuştuğu sürece değil, sustuğu anda ideolojiktir. Çünkü susmak, bazen en etkili söylemdir; ama bu suskunluk, otosansürün değil, bilinçli bir retin sonucu olmalıdır.

 

 Bugün sanatçının görevi sadece üretmek değil, neyi üretmediğini de düşünmektir. Her eser, sistemin neresinden konuştuğunu gösterir. Ve bazen hiçbir şey söylememek, her şeyi söylemenin tek yolu olur.

Bu yüzden sanat, yalnızca gösterme değil, bozma, yıkma, karartma ve yeniden kurma pratiğidir. Aksi halde sadece sistemin estetik vitrini olarak kalır.

Ve vitrinler, asla içeri girilmesine izin vermez; yalnızca bakılır, geçilir, unutulur.

 

Yazar'a ait Diğer Yazılar

Can Korur

Adana'da doğdu. Sert güneşin altında, dik yürüyen insanların arasında büyüdü. Genç yaşta edebiyatla tanıştı; kelimeleri önce tüketti, sonra dönüştürmeye başladı. Beat kuşağını sevdi, yeraltını benimsedi ama hiçbir kalıba tam olarak sığmadı. İstanbul'a geldiğinde yalnızdı ama yalnız kalmadı; yazdı, çalıştı, karıştı. Müziğe turntable başında, yazıya bar taburesinde tutundu.  Merak ettiklerini değil, dayanamadıklarını seçti hep. Zamanla yarışmadı; kendi zamanını kaybettirdi.    

İstanbul Kitaplığı

Tüm Yazılar

Öykü

Kama

Tüm Yazılar