Festival Değil Fars: Estetikle Maskelenmiş Sermaye
Türkiye'de kültür üretimi karanlık bir tünelin içinden geçiyor. Bu tünelin duvarları, fondötenli sponsorluklarla, steril küratörlük dilleriyle ve apolitik festival seleksiyonlarıyla örülüyor. Işığa giden çıkış ise "sanat" adı altında dönüp duran aynı yüzlerin, aynı hikâyelerin, aynı estetiklerin monoton geçidi. İstanbul Film Festivali tam da bu geçidin ortasında, görünürde sanatın kendisini yücelten ama özünde sanatı sistemin dişlilerinden birine dönüştüren bir ayin.
Sinemanın doğduğu an, kamerasını işçilerin yüzüne çeviren Lumière Kardeşler'dir. Kameranın gerçekliğiyle ilk temas edenler grevdeki madencilerdir, yürüyen işçilerdir. İstanbul Film Festivali'nin kamerası, bugün tamamen başka yönlere çevrilmiş durumda. Gözlerini işçiden, öğrenciden, direnişten kaçırıyor çünkü o kamera artık bir bakış değil, bir bakışın yerini almış retorik. Sinema, burada artık bir ifade biçimi değil, bir dekor.
Bakın seçkilere. Bakın jüriye. Bakın basın bültenlerine. Hepsi aynı minvalde: risk almayan, politik söylem içermeyen, estetik ve hikâye arasındaki gerilimi nötralize eden yapımlar. Kendi içinde çürüyen, fakat yüzeyi hâlâ parlayan bir festival. Bu tür festivallerde sinema, protest bir hakikatten çok, göz alıcı bir pazarlama nesnesine dönüşür. Tıpkı geçmişteki Cannes boykotlarında olduğu gibi, burada mesele sadece "gösterilen" değil, neyin gösterilmediği, neyin bastırıldığı ve neyin dışarıda bırakıldığıdır.
Bizler, 2025'te sinemayı yeniden tanımlamak zorundayız. Bu artık kamerayla bir hikâye anlatmak değil; kameranın nereye çevrilmediğini sormaktır. Sanatın, özellikle sinemanın bir iktidar aygıtına dönüştürülmesine razı değiliz. Sponsorluk ilişkileriyle dizayn edilmiş bir "bağımsız sinema" kavramı, gerçekliği eğip bükmekten başka bir şey değildir. Estetik özgürleşmeden önce, sanatçının etik sorumluluğu vardır. Kendini hangi yapının içinde konumlandırdığına karar vermelidir.
Festivaller bugün artık estetik birer gölge tiyatrosuna dönüşmüş durumda. Anlatının gücünden çok, anlatının kime ait olduğu önemseniyor. Politik bir film gösterilse bile o filmin hangi bağlamda, hangi çerçevede ve ne tür bir çeviriye uğrayarak sunulduğu meselesi göz ardı ediliyor. Her şey kontrol altında: sansür içselleştirilmiş.
Ve işte otosansürün festival salonlarını esir aldığı nokta. Hiçbir yönetmen, hiçbir yapımcı, hiçbir oyuncu "bağlantılarını" riske atmak istemiyor. Sanatçı, artık sistemin içinde en az rahatsızlık yaratacak estetik formlara yöneliyor. Gölge oyunu bu: gölgeler gerçek değil ama biz onları gerçek sanıyoruz.
Bu yüzden bu festival, bir sanat kutlaması değil. Bu, bir sermaye kutlaması.
Bu, sinemanın imge üzerinden siyasetsizleştirilmesi.
Bu, estetiğin politik olanı görünmez kılmak için yeniden kodlanması.
Bu, sinemanın otopsisidir.
Festivale karşı değiliz elbette. Ama festivali sahiden hak eden filmler, hikâyeler, anlatılar, bugün festivalin dışında bırakılıyor. Çünkü içerik, "uyumlu" olmak zorunda. Çünkü muhalefet, "sponsorların hoşuna gitmeyebilir." Çünkü sanat, bu yapının içinde artık bir güvenlik problemi haline geldi.
Bize göre sinema, bu konforlu alanı çoktan terk etti. Sokaklarda, işgal evlerinde, dayanışma ağlarında, çatılarda, internet korsanlarının arşivlerinde, patlayan flaşlar arasında yaşıyor.
O yüzden bu bir festival değil.
Bu, bir fars.
Yazar'a ait Diğer Yazılar
Can Korur
Adana'da doğdu. Sert güneşin altında, dik yürüyen insanların arasında büyüdü. Genç yaşta edebiyatla tanıştı; kelimeleri önce tüketti, sonra dönüştürmeye başladı. Beat kuşağını sevdi, yeraltını benimsedi ama hiçbir kalıba tam olarak sığmadı. İstanbul'a geldiğinde yalnızdı ama yalnız kalmadı; yazdı, çalıştı, karıştı. Müziğe turntable başında, yazıya bar taburesinde tutundu. Merak ettiklerini değil, dayanamadıklarını seçti hep. Zamanla yarışmadı; kendi zamanını kaybettirdi.