Düşünce

Qua Vadis, Academia?

   Tuğba Hoşgörür       Mayıs 2025

Qua Vadis, Academia?

 

Zaman, salt matematiksel bir akış olmaktan öte insanın kendi yazgısını işlediği bir tuval gibi de düşünülebilir. Öyle ki bu tuval, kimileri için geniş ve ferah bir gökyüzüne çevrili iken kimileri için saniyelerin kuşattığı dar kafese hapsolur. Zamanla kurulan ilişki aslında onun -bizden bağımsız bir oluşla- ne kadar geçtiğiyle değil, bizim için varken bizden ne götürdüğü ya da bize ne bıraktığı ile ilgilidir. Modern çağın aklı ise bu incelikli akışın kıymetini pazarda tartmak yoluyla, daha kestirme bir hükümde bulunarak, vakti nakit olarak kabul etmekte; zamanı bir tefekkür zemini olmaktan çıkararak, bir yatırım aracı olarak değerlendirmektedir. Zamanın algılanmasında gerçekleşen bu dönüşüm, üretimde kullanılmayan her bir dakikanın akademisyenlerin vicdanlarını kemiren birer suçluluk unsuruna dönüşmesini kaçınılmaz hale getirir. Bunun nedeni salt düşünmenin bile ancak çıktıya/metaya dönüştürüldüğü takdirde (out-‘put'laştırma) meşru kabul edilmesidir. Öyle ki bazıları için bir fincanlık kahve molası bile dijital takvime işlenecek bir etkinlik haline gelebilmektedir. 14:30-14:45 - Kahve molası: Arkadaşlarla beyin fırtınası için. Kahve molasının dahi ‘işlevsel' olması, ‘insani' olmasının önüne geçmiştir. Günümüz akademisyeninin takvimi bu doğrultuda, Newton'un mutlak zamanını parçalara ayıran kurumsal bir makineye dönüşmüştür. Proje çalışmaları, hakemli dergi takvimleri, -elbette ki- dersler, sınav/ödev değerlendirmeleri ve akademik yükselme kaygısıyla üretilen yayınlar arasında soluksuz bir koşuşturma... Bilimsel düşünce için gereken bütünlüklü zaman dilimlerini tam da bunların arasında kaybetmekteyiz. Akademisyenin içine girdiği yarışta hızla basamaklar çıkılabilirken; bu hız dalgasına kapılmayarak yavaşlığı tercih edenler, usulca kenara itilmektedirler. Üstelik sistemin dayattığı hızda ilerleyen meslektaşlarının -tempolarını bozdukları gerekçesiyle- zorbalığına da uğrayarak. Peki, bu yarışın gürültüsünde duyamadıklarımız neler? Ya bu baş döndürücü hızın kaybettirdikleri? Düşünmeye ayrılan zamanın sağlayacağı sessizlik ortamı mı, yoksa akademinin iç sesi, yani hakikatin peşindeki varoluşu mu? Bu yazı, neoliberal politikaların yükseköğretimde kurduğu hız ve verimlilik mitosuna karşı, akademik yavaşlama hareketinin sunduğu alternatif varoluş biçimini odağına almaktadır. Bir önceki yazıda yer verilen neoliberal akademi eleştirisi bir adım daha ileri taşınarak, akademisyenler için ‘yavaşlama'nın yalnızca bir protesto değil, aynı zamanda bir epistemolojik yeniden doğuş olup olamayacağı üzerinden tartışılmaya çalışılacaktır.

Türkiye'de akademi, küresel neoliberal dönüşümün yarattığı sarsıntıdan belki de en dramatik şekilde etkilenen kurumlardan biri olarak değerlendirilebilir. Akademik teşvik sistemi, doçentlik kriterleri, proje performansları... Bu ‘muhasebe' ile oluşturulan mekanizmalar, akademik çalışmaları sayısallaştırarak akademisyene değer biçme amacıyla varlardır. Her bir yayının katsayısı, her bir projenin bütçesi, atıfların niceliği; akademisyenin niteliğiyle eşanlamlı hâle gelmiştir. Bir akademisyenin dosyası, sanki bir mali müşavirin bilançosu gibi incelenir: "Dergi indeksi SCI mı, ESCI mı? Proje TÜBİTAK mı, uluslararası mı? Atıf Web of Science'tan mı, yoksa Scopus'tan mı?" Bu kriterler, muhtemelen Kafka'nın bile hayal edemeyeceği türden bürokratik labirentler yaratmaktadır. Oysa gecenin bir vakti zihne düşen bir kavrayışın ya da yıllar süren bir sessizliğin ardından gelen bir cümlenin akademik puan cetvelinde yeri yoktur. Akademik teşvik ödeneği sistemi; 2015'te uygulamaya konulduğundan bu yana, yükseköğretim kurumlarında görev yapan akademisyenlerin bir yıl içinde gerçekleştirdikleri bilimsel araştırma, yayın, proje, tasarım gibi faaliyetleri doğrultusunda, izleyen yıl boyunca her ay maddi destek sağlayan, sistematik bir değerlendirme mekanizmasıdır. Akademik teşvik sisteminin işleyiş mantığına göre, belirlenen akademik faaliyet alanlarında ürettiğiniz çıktı miktarı arttıkça -her bir faaliyet alanı için tanımlanmış üst sınır/kota dahilinde- elde edeceğiniz maddi kazanç da artmaktadır. Bu haliyle yapı niceliksel çıktılara aşırı odaklanarak, bireyleri doğrudan sayısal hedeflere yönlendirirken, bunu aynı zamanda disiplinler arası farklılıkları gözetmeden gerçekleştirir. Böylece bilimsel üretim, düşünsel derinlikten koparılarak adeta parça başı çalışmaya indirgenmiştir. Maddi kazanca dayalı bu mekanizma, bilimsel etiği ve sistemin güvenilirliğini zedeleyen önemli sorunlar da doğurmuştur. Etik ihlaller, basit manipülasyonlardan ağır bilimsel sahtekârlıklara kadar uzanan geniş bir yelpazede yer almaktadır. Düşük nitelikli veya yağmacı olarak adlandırılan dergilerde çok sayıda yayın yapma gibi davranışlar, sistem açıklarından yararlanma olarak görülebilirken; atıf sayısını artırmak için meslektaşlarla karşılıklı atıf anlaşmaları (atıf çemberleri) oluşturma, bir araştırmanın sonuçlarını bütünlük arz etmesine rağmen parçalara bölerek birden fazla yayın haline getirme (dilimleme), aynı çalışmayı küçük değişikliklerle farklı dergilere gönderme ve gerçekte katkı sunulmayan projelerde isim bulundurma gibi uygulamalar bilimsel dürüstlüğü doğrudan zedeleyen davranışlardır.

Her geçen gün ölçülebilir kıstasları daha geçerli ve baskın hale gelen bir diğer uygulama da akademik yükselme kriterleridir.  Özellikle kritik aşamalardan olan doçentliğe yükselmede -kendi içinde başkaca sakıncaları olsa da- sözlü sınavın kaldırılması, bir kez daha sadece akademik çıktılara odaklanılarak, akademisyenin düşünce derinliğinin görmezden gelinmesine neden olmuştur. Bazı vakıf üniversitelerinde durum daha da vahim boyutlara ulaşabilmektedir. Örneğin öğretim üyelerinin yıllık sözleşmelerinin yenilenmesi sayısal performans göstergelerine bağlanarak, sistemde var olmak çıktı sayılarına ulaşmaya bağlı olabilmektedir. Diğer taraftan üniversite sıralama kriterleri arasında öğretim üyesi başına düşen yayın sayısı gibi ölçütlerin bulunması, rektörlükleri de akademisyenler üzerinde baskı kurmaya itebilmektedir (Tam bir işletme anlayışı!). Yine çeşitli kurumların destekledikleri projelerde çıktıların sayısallaştırılması, araştırmacıları hızlı sonuçlar üretmeye zorlayarak, araştırma planlarında vaat ettikleri makale sayılarına ulaşmak için neredeyse sonuçları görmezden gelmelerine neden olabilmektedir. Kongre ve sempozyumlar dahi artık bilimsel tartışma zeminleri olmaktan çıkıp, özgeçmişlere eklenecek birer satıra dönüşmüş durumdadır. Son dönemde gerçekleştirilen bu etkinliklerde birçok akademisyenin bildirilerini sunduktan ve ‘katılım' belgelerini aldıktan hemen sonra kongre ortamından ayrıldıklarına tanık olmaktayız. Diğer akademisyenlerle konuşmaya ve tartışmaya ne yazık ki zamanları yok, hız çağındayız ne de olsa! Oturumlardaki konuşmalar dahi hızlandırılmış formatta: Sayın hocam son beş dakika, toparlayınız lütfen! Sanki düşüncenin kendisi değil, sunum süresi ölçülüyor. Akademide yavaşlığa tahammül azaldı; düşünenin değil, yetiştirenin itibarı var. Bu durum, gerçek keşif ve düşünce üretimi yerine, bir çeşit akademik fast-food kültürü yaratmaktadır. Üstelik üretimden satışa, oradan tüketime, tüm süreçlerde aktif rol alarak.

Diğer taraftan tablonun bu kadar iç karartıcı olduğunu söylemek de haksızlık sayılabilir. Akademik dünyada, zaman zaman -tüm bu hız çılgınlığına rağmen- nefes almaya çağıran sesler de yükselmektedir. Bu minvalde 2010 yılında Avrupa'da, akademik fast-food kültürüne karşı, akademik yavaşlama hareketinin filizlenmesini çatlaktan sızan umut verici ışık huzmesi olarak görebiliriz. 29 Ekim 2010'da Fransız antropolog Joël Candau, hızlı tüketim dünyasına karşı bir duruş sergileyerek, Nice Üniversitesine yazdığı açık çağrı mektubunda, 1980'lerde İtalya'da doğan Yavaş Yemek [Slow Food] hareketine göndermede bulunarak, hızlı bilimin de tıpkı fast-food gibi niceliği nitelikten önde tuttuğunu vurgulamıştır. Başlangıçta sınırlı bir akademik çevrede yayılan bu çağrı, kısa sürede uluslararası bir etkiye ulaşarak, çeşitli disiplinlerden ve birçok ülkeden -Fransa dışında Cezayir, Almanya, ABD, İngiltere, Arjantin, Avustralya ve Türkiye dahil otuzdan fazla ülkeden- bilim insanlarının desteğini almıştır. Aynı yıl içinde Berlin'deki bir grup bilim insanının yayınladığı Yavaş Bilim Bildirgesi de [Slow Science Manifesto] bu harekete ivme kazandıran bir diğer gelişmedir. "Bizler bilim insanlarıyız. Yaptığımız blog yazmak değil. Yaptığımız twit atmak değil. Bizler işleri aceleye getirmeyiz." satırları ile başlayan bu bildirge, hızlandırılmış akademinin eleştirisini yaparak; düşünmeye, tartışmaya ve derinleşmeye zaman ayırmanın gerekliliğini savunmuştur. Bunu izleyen yıllarda, 2016'da Berg ve Seeber'in yayımladıkları Yavaş Profesör: Akademide Hız Kültürüne Meydan Okuyuş [The Slow Professor: Challenging the Culture of Speed in the Academy] kitabı da harekete dair farklı bakış açıları geliştirmiştir. Hareketin savunucuları hızın değil derinliğin, sayının değil niteliğin, rekabetin değil iş birliğinin akademik yaşamın merkezine yerleştirilmesi gerektiğini öne sürmüşlerdir. Onlara göre yavaşlama, bilimle uğraşanlar için salt bir tembellik çağrısı değil; aksine, düşüncenin gerektirdiği özeni ve sabrı merkeze alan, bilimsel keşfin özgün doğasına uygun bir çalışma ritmi önerisidir. Bu hareketin önemli eşiklerinden biri olarak görülen bir başka eser ise 2018 yılında Isabelle Stengers'in yayımladığı, Başka Bir Bilim Mümkün: Yavaş Bilim için Bir Manifesto [Another Science is Possible: A Manifesto for Slow Science] adlı çalışması olmuştur. Bu eser, ‘yavaş bilim' kavramının akademi başta olmak üzere daha geniş bir toplumsal çevrede tanınmasını sağlamıştır.

Akademik yavaşlama hareketinin özünü oluşturan kavramlardan biri olan ‘zamansızlık' [timelessness] kavramı, neoliberal akademinin hız ve üretkenlikten sağladığı faydacılık göz önüne alınırsa elbette ki taban tabana zıt bir tahayyül sunmaktadır. Yavaş Profesör'ün yazarları, çeşitli zaman yönetimi stratejilerinin -iyi niyetli olmaları durumunda dahi- bireyi sistemin hızına uyum sağlamaya zorladıklarını ve böylece akademik çalışmanın doğasına içkin olan yaratıcı düşünce süreçlerini daha da parçalayarak görünmez kıldıklarını öne sürerler. Telpner'in geleneksel beslenme rejimlerine karşı önerdiği "diyetsizlik-undiet" metaforunu ödünç alan Berg ve Seeber'in önerisi açıkça şudur: Zamanı yönetmeye değil, zamansızlık kavramı üzerinden onun üstüne yeniden düşünmeye ihtiyacımız var. Bu, sadece bireysel üretkenlik meselelerinden çok daha fazlasını, üniversitenin dönüşen yapısını da kapsayan bir eleştiridir. Bu sistemde akademisyen, kendi entelektüel temposunu yitirmeye başlar; iç sesi, dış taleplerin gürültüsünde boğulur. Diğer taraftan derin anlamlar peşindeki bilimsel içerik, zaman ister; içe dönmeyi, durmayı, hatta susmayı bile gerektirir. Belki de bu yüzden yavaşlama, yalnızca bir tempo tercihi olmaktan çok yarışa ve kazanmaya karşı pasif bir direniştir. Çünkü hızlandıkça yüzeyselleşen, çoğaldıkça yoksullaşan bir bilgi düzeni içinde akademisyenler üretmezse geri kalır; bu şekilde üretir iseler de tükenirler. Belki de akademide hızın icadı, bir tür unutuşun başlangıcıdır: ‘bilme'nin anlamının unutuluşu.

Hızın bilim kültüründe varlık bulmasının pek çok disiplin için  doğurduğu önemli sorunlardan biri de bilimsel araştırmaların tekrarlanabilirliği sorunudur. Hızla yayın yapma, kariyer ilerletme ve ticari başarı elde etme baskısı altında çalışan bilim insanları, yeterince titiz olmayan metodolojilerle, küçük örneklemlerle veya eksik/hatalı analiz teknikleriyle çalışabilmektedir. Tekrarlanamayan sonuçlar, hatalı araştırma tasarımı yanında bazen de bilimsel sahtekârlık nedeniyle ortaya çıkabilmektedir. Özellikle Nature dergisinde Baker'ın 2016 yılında yayımlanan 1,500 Bilim İnsanı Tekrar Edilebilirliğin Sırrını Ortaya Çıkarıyor [1,500 Scientists Lift the Lid on Reproducibility] başlıklı araştırması, bilim insanlarının %70'inden fazlasının başkalarının deneylerini tekrarlamakta başarısız olduklarını, %50'sinden fazlasının ise kendi deneylerini bile tekrarlayamadıklarını göstermiştir. Ankette, bilim insanlarına tekrarlanabilirlikteki sorunlara neyin yol açtığı konusundaki düşünceleri sorulduğunda ise katılımcıların %60'ından fazlasının, yayın yapma baskısı ve seçici raporlama faktörlerinin -her zaman ya da sık sık düzeyinde olmak üzere- sorunlara katkıda bulunduğunu belirttikleri görülmüştür. Benzer krizler, tıptan ekolojiye, sosyolojiden nörobilime kadar birçok disiplinde yaşanmaktadır. Bu noktada yavaş bilim hareketi, sadece akademisyenin zamanını değil, bilimin güvenilirliğini de savunmaktadır. Tekrarlanabilirlik, bilimsel metodun temel taşıdır; eğer sonuçlar tekrarlanamıyorsa, elimizde bilimsel gerçeklerden çok, düşünce baloncukları ve aldatıcı veri örüntüleri kalır. Bu bağlamda araştırma süreçlerini yavaşlatmak, metodolojik titizliği artırmak ve bulguların sağlamlığını test etmek için gerekli zamanı yaratmak; bilimin epistemolojik temellerini korumak ve onarmak için kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Akademik çalışmalar, düşüncenin iç ritmini bozmadan -ne hızın baskısıyla ne de yavaşlığın ataletiyle- yapılmalıdır. Neoliberal politikalar bu ritmi bozarak akademiyi bir tür üretim bandına, akademisyenleri de bandın başındaki işçilere dönüştürmeye çalışırken, yavaşlama hareketi onlara düşüncenin kendi zamanını yaratmanın imkânlılığını hatırlatmaktadır. Eğer yavaşlamaya hemen başlamazsak, yakın zamanda yapay zekânın akademisyenlerin yerini alması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Çünkü sistemin kendisi, insanı benzersiz ve yeri doldurulamaz kılan özelliklerini değil, mekanik bir üretim sürecini talep etmektedir. Belki de şimdi, yapay zekâya yerini kaptırmaya çok az bir zaman kala, akademinin özüne dönmesi; nicel ölçütlerin ötesinde, gerçek bilgeliğin ve yaratıcılığın değerini yeniden keşfetmesi için önünde son bir fırsat var. Unutmamalı: Hiçbir büyük felsefi sistem, bilimsel keşif, sanatsal yaratım ya da edebi şaheser, dakikalarla ölçülen bir mesai içinde doğmamıştır. Doğsa bile bunun kararı üretenin dışındakilerin tasarrufu üzerinden verilmemiştir. Einstein'ın Görelilik Teorisi, Kant'ın Transandantal İdealizm'i, Bach'ın Füg'leri, Turner'ın tablolarındaki ışık deneyleri, Tolstoy'un romanları veya Gabo'nun büyülü gerçekçiliği... Bunların hepsi, düşüncenin kendi iç ritmine saygı gösterilen zamanlarda filizlenmiştir. Bu bağlamda akademik yavaşlama, tembelliğe övgü değil, düşüncenin kendi ritmine saygının ontolojik kabulüdür.

Modern akademinin koşuşturmasına, Walter Benjamin'in zaman üzerine düşünceleriyle bakmak farklı bir görüş alanı açabilir. Benjamin 1940 yılında kaleme aldığı, Tarih Kavramı Üzerine [Über den Begriff der Geschichte] çalışmasında, homojen ve boş zaman anlayışının karşısına ‘şimdiki zaman' [Jetztzeit] kavramını koyar. Ona göre kapitalist modernitenin dayattığı ilerleme fikri, zamanı mekanik ve sürekli bir akış olarak görür. Oysa gerçek düşünce, bu akışı yaran, zamanın içinde parlayan kıvılcım anlarında ortaya çıkar. Günümüz akademisinin puanlarla, endekslerle ve performans kriterleriyle ölçülen zaman anlayışı, düşüncenin bu doğal ritmini görünmez kılar. Oysa zamanın yeniden sahiplenilmesi, bugün akademik varoluşun en acil edimlerinden biridir. Kronolojik zamanın [kronos] diktatörlüğünden sıyrılıp, düşüncenin kendi ritmini bulduğu kairos anlarına geçmek, basit bir tercih değil, entelektüel bir tavır olmalıdır. Bu kairos anlarında düşünceye alan açmak, yalnızca sayfalar arasında gezinmek değil; metinlerin içine yerleşmeyi, onlarla uzun soluklu bir diyaloga girmeyi ve hatta bazen kaybolmayı göze almaktır. Bir rivayete göre, Siraküza kuşatıldığında Arşimet, kumda geometrik şekiller çizerken bir Roma askeri tarafından öldürülür. Anlatıldığına göre son sözleri, yalın ama derin bir uyarıdır: "Çemberlerimi bozma! [Nōlī turbāre circulōs meōs!]." Bu dramatik an, akademik yavaşlama hareketinin ruhunu barındırır gibidir. Bugün, düşüncenin kendi ritmi ve zamanına yapılan bu hoyrat müdahaleler, yalnızca bilimsel bir çöküşe değil, insanlık tarihinde telafisi güç kayıplara da yol açabilecektir. Bu noktada Arşimet'in yarım kalan çemberi, kesintiye uğramış düşüncenin evrensel bir alegorisine dönüşür. Bugün bizler de zamanın çölüne çizdiğimiz çemberlere sahip çıkmalıyız. Çünkü asıl kıymetli olan, o çemberin içine sığdırabildiğimiz düşüncelerin kendisi ve varoluşudur.

 

 

 

Yazar'a ait Diğer Yazılar

Tuğba Hoşgörür

 

1976 yılında Eskişehir'de doğdu. Lisans eğitimini Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fizik Öğretmenliği bölümünde, yüksek lisans ve doktora eğitimini Anadolu Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi programında tamamladı. Eskişehir'de öğretmenlik ve okul yöneticiliği yaptıktan sonra, 2010 yılında Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Eğitim Yönetimi Anabilim Dalında öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. 2024 yılının Temmuz ayından itibaren Toronto Üniversitesinde misafir öğretim üyesi olarak araştırmalarına devam etmektedir. Araştırma ilgi alanları; eğitimde eşitsizlikler, eğitim ve mekân ilişkisi ile yoksulluk ve eğitim ilişkileri üzerine yoğunlaşmaktadır.

 

Müzik

Tüm Yazılar

Düşünce

Tüm Yazılar

Öykü

Kama

Tüm Yazılar