Düşünce

Yerleşik Hayata Geçebilecek miyiz?

   Sadık Şanlı       Haziran 2024

Yerleşik Hayata Geçebilecek miyiz?

Kurtuluş Savaşı'ndan çıktığımızda, neredeyse milyoneri olmayan bir ülkeydik. Toplumda sermaye birikiminin yokluğu pek konuşulmaz ancak Karlofça'nın ardından başlayan uzun geri çekilme döneminin imparatorluk ekonomisine menfi etkileri, ‘fütuhat politikası'ndan kaynaklanıyordu. Osmanlı, Roma İmparatorluğu gibi askerî bir ekonomiydi. İşler iyi giderse; kazanılan savaşların getirisi olan ganimetler, fethedilen topraklar üzerinden alınan vergiler ve iyi işleyen bir tımar sistemi ekonomiyi ayakta tutuyordu.

Osmanlı'nın fütuhat politikasıyla geçen uzun fetihler çağında işler nispeten iyi gitse de gerilemeyle birlikte başlayan süreç, devleti ekonomik açıdan temelinden sarsmıştı. Sistemin üzerine bina edildiği ‘fethe dayalı' gelir sisteminin çarkları işlemiyordu, hatta kırılmıştı. Kurtuluş Savaşı'ndan küçülmüş, kasası boşalmış, toplumsal sermaye birikimi olmayan bir devlet olarak çıkmıştık. Onca asrın ardından kurulan ulus devletin asli unsuru olan Türklerin iyi-kötü bir sermaye birikiminin olmamasının, Karlofça'nın ardından yaşanan sürecin faturasının ekonomik açıdan Türklere kesilmiş olmasıyla izahı yok. Sorun, fütuhat politikası gereği Türklerin ekseriyetle mobilize tutulmasından kaynaklanıyor. 

Yerleşik hayata geçirdiğinizi, kurulu düzeni olanı kolay kolay bir yerden diğerine gitmeye ikna edemezsiniz. Türkler, göçebe yaşam tarzlarına uygun şekilde ve istendiğinde yeni fethedilen topraklara kaydırılmak üzere hazır bekletilen ve sürekli hareket halinde olan, İlyaz Bingül'ün muhteşem tanımlamasıyla ‘bekar elektron' konumundaydı.

Bu durumda seçeneğimiz de sınırlı. Anadolu'da ya tımar sisteminde bir toprak ağasına maraba yazılacaksınız ya da konar göçer olarak hayvan sürüleri güdeceksiniz. Devlet "gel" dediğinde de yeni fethedilen bir toprakta ikame edilmek üzere yola koyulacaksınız. Dolayısıyla yerleşik olmasına, üretmesine, zanaat, sanat, ticaret yapmasına çok da imkân verilmeyen bir unsurdu Türk. 

Tüm bu iş kolları ve sektörler de normal olarak Ermeni, Rum, Yahudi gibi azınlık unsurlara bırakılmıştı. Doğal olarak sermaye birikimine de bu azınlıklar sahipti. 1915'te uygulanan nüfus istihkam politikasıyla önce Ermeniler yerleşikliğinden oldu. 1924'te Lozan sonrası gerçekleşen mübadeleyle Rum da karşı kıyıya geçince, ülkede Türk Yahudileri dışında sermaye birikimi olan bir topluluk neredeyse kalmadı. Gidenlerin yerine Balkanlar, Kafkaslar vd. coğrafyalardan gelenler ise zaten ağır savaş koşullarından ve soykırımlardan kaçıp gelebilenler olduğu için, yine sermayesiz, beş kuruşsuz gelen topluluklardı. Her ne kadar ülke olarak İkinci Dünya Savaşı'na girmesek de o yıllarda memlekette en değerli varlığın ‘bir somun ekmek' olması boşuna değil. Osmanlı'da tahılın yoğun üretildiği üç ambardan ikisi olan Romanya ve Ukrayna'nın elimizden çıkmasının ardından, bir de Anadolu'nun yerleşik köylüsü ve tahıl üreticisi Ermeniler 1915'te gidince, ülkede tahıl üretimi neredeyse durdu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında tahıl kıtlığı yaşamamızda İsmet İnönü'nün bir suçu yok özetle. Çünkü ortada, Anadolu'da üretim yapan kadim bir Türk köylüsü yok. Bugün de olmadığı gibi...

Ekim 2012'de, Balkan Savaşları'nın 100. Yılı münasebetiyle, o dönem çalıştığım Mostar dergisinde özel bir dosya çalışmıştık. Dosyanın röportaj konuğu, kendisi de bir Balkan muhaciri olan tarihçi-yazar H. Yıldırım Ağanoğlu idi. Kendisinden dinlemiştim: Balkanlar'dan gelen ve devlet eliyle ülkenin batısındaki köylere yerleştirilen muhacirlerin, üretim konusunda on yıllar boyunca bocaladıklarını anlatmıştı. Muhacirlerin zeytin ve zaten ülkemizde tarihi çok uzun olmayan narenciye ile dahi burada tanıştıklarını söylemişti. Hayatında zeytin görmemiş insanların zeytini işlenmemiş şekilde dalında görünce, "Bu acı şey ne?" dediklerini, hiçbir işe yaramadığını düşündükleri için asırlık zeytin ağaçlarını ‘iyi de yandığı gerekçesiyle' kışlık oduna dönüştürdüklerini, devletin yeniden zeytin yetiştiriciliği için on yıldan fazla oryantasyon eğitimi vermek zorunda kaldığını üzüntüyle anlatmıştı. Elbette, bu olan bitende muhacirin bir suçu yok. Anadolu'daki Türk, fütuhat politikasının motoru olarak yerleşik hayata geçirilmeden, üretmesine imkân verilmeden sürekli mobilize tutuluyor, fethedilen topraklara götürülüyor. Avrupa Türkiye'si olarak anılan Balkanların şehir merkezlerinde çoğunluğu yerleşik hayata geçirilmiş, oraları imar etmiş Türk ise aradan geçen neredeyse beş asrın ardından, tüm sermaye birikimini bırakıp yabancısı olduğu Anadolu topraklarına dönerek, hiç bilmediği üretimleri yapmak zorunda kalıyor.  

Kurtuluş Savaşı'nın ardından, yeni kurulan devletin ne tür sıkıntılar üstüne kurulduğunu bir tahayyül edin. Karlofça'yla başlayan büyük geri çekilmenin nihayetinde göçle şekillenmiş, sermaye birikimi olanların ülkeden gittiği, travmalar ve acılarla dolu yeni gelenlerin maddi olanaklarının olmadığı, yerleşik kadim üretici köylüsü olmayan, üretimi kısıtlı bir ülke...  

İşte Cumhuriyet, bu enkazın üzerinde yükseldi. 

Yeni kurulan devletin bu noktada yapması gerekene yönelik fazla bir seçeneği olmadığı için, devlet kapitalizmiyle yol almak tercih edildi. Eldeki eğitimli insan sermayeni kamuda istihdam et, devlet eliyle fabrikalar, atölyeler aç, yine devlet desteğiyle bir iş dünyası (özel sektör) oluştur... Bu tercih, olması gerektiği şekilde Türkiye'de nüfusun çoğunluğunun finansmanının devlet eliyle sağlanmasını amaçlıyordu. Hatta devletin kredi, teşvik ve hibeleriyle can suyu verilen özel sektörü de düşününce, devletin en büyük patron olmasını kaçınılmaz kılıyordu. Özellikle son 25 yılda devletin elindeki KİT'lerin özelleştirilmesi ve devletin üretimden büyük oranda çekilmesi, bu durumu çok da değiştirmiş değil. Zira, halihazırdaki kamu personeli sayısı yuvarlak rakamlarla yaklaşık 5.2 milyon iken emekli sayısı ise 16 milyon. Devletin her ay doğrudan maaşını yatırmak zorunda olduğu 21 milyon vatandaşın, kaba hesaplarla 5 milyonunun karı-koca olduklarını ve her eve giren maaşın 3 kişiyi geçindirmek zorunda olduğunu düşünürsek, Türkiye'nin yarı nüfusuna denk geliyor. Her aileyi anne-baba ve iki çocuk ortalamasıyla hesaplasak, nüfusun dörtte üçü her ay doğrudan devlet tarafından fonlanıyor. 

Bu gerçekliğin üstüne bir de Türkiye bütçesinin her yıl ortalama yüzde 10'una denk gelen sosyal yardımları ve yine devlet kurumlarının farklı başlıklar altında özel sektöre dağıttığı teşvik ve hibeleri düşünürsek, devletin halen en büyük patron olduğunu görüyoruz. 

Gerçekten merak ediyorum; ülkede ekonomik anlamda devletle herhangi bir iltisakı olmadan geçimini sağlayan ya da varlık sahibi olmuş bir milyon insan çıkar mı? Keşke bu konuda bir araştırma ya da istatistik olsa da yararlanabilsek. 

Uzatmayayım. 

Bir enkaz üstüne kurulan devlet, kuruluşundan bu yana ülkede her vatandaş ve işletme açısından medar-ı maişetin motoru olageldi. Türkiye sosyalizme geçmeyecekse, sınırlı devlet kapitalizmiyle de gideceği yer yok. Artık ne "şu bizim çocuğa da devlet kapısında bir iş ayarlasak" arayışlarının ne de emekli sayısını şişirmenin karşılığı ya da sürdürülebilir yanı yok. Zira sistem doydu, kapasite fazlasını kusacak durumda. 

Diğer yanda da artan bir diplomalı enflasyonu, umudu beyin göçünde gören bir genç nüfus var. Hepsinin devlette istihdamı mevcut şartlarda mümkün değil. Hepsini barındırabilecek bir özel sektörümüz yok. Girişimciliğin önü tıkalı. Gençlerde sermaye birikimi yok. Sermayeyi gençlerle buluşturacak, girişimciliği, şirketleşmeyi, gençlerden 5-10 yıl vergi almadan palazlanmalarını kolaylaştıracak mevzuatlarımız yok. 

Neyi dağıtmaya çalışsak, doğru ellerle buluşturamamak gibi akut bir sorunumuz var. Gençler, umutsuzluğun kıyısında gezinirken, ilk beklentileri değişim. Sorunların faturası ise ilk elden, yıllardır Batı'da eleştirdiğimiz ‘yabancı karşıtlığı' üzerinden mültecilere kesiliyor. Şişen diplomalı nüfus kendini sanayide, tarımda, hayvancılıkta ‘ara eleman' olarak istihdam edilmeye layık görmüyor. 

İş aslında çok. İŞKUR'un bulduğu işlerin ekserisini beğenen yok. Mültecilerin çoğunluğu ara eleman olarak olabildiğine düşük ücretlerle çalıştırılmasa, ülkede çarklar yavaşlayacak. Hiçbir sorun yerli yerince tartışılmadığı için, sonuç da yol da alamıyoruz. Yalnızca mülteciler üstünden konforlu bir alanda politika yürütmek üzere konumlanmak, devasa primler getirebiliyor. 

Devletin artık taşıyamadığı patronluk yükü, şişen kamu istihdamı ve EYT ile gelen emekli enflasyonu ile düşük kalan aylıklar, gençlerin umutsuzluğu ve değişim talepleri ve yine şişen mülteci nüfusun artık iyiden iyiye göze görünmeye başlaması, birkaç başlıkta son yaşanan seçim sonuçlarını doğuran faktörler. Bunun böyle gitmeyeceği aşikâr. Dünya artık yeni ve başka konuları, kavramları konuşuyor. Bizde olduğu gibi modası çoktan geçmiş devlet kapitalizmi / kısmî devlet kapitalizmi gibi modellerin sonu geldi. Dünya, bir numaralı rezerv parası doların dahi miadını doldurduğunu, itibari paranın sonuna gelindiğini konuşuyor. Bitcoin'le başlayan süreç, dijital / kripto parayı itibari paranın yerine konumlandırmak üzere. Merkeziyetsizlik, şeffaflık, WEB 1.0 VE 2.0'ın ardından finansı DeFi, RWA gibi olgularla dijital dünyanın merkezine oturtan ve yapay zekâ ile entegre WEB 3.0 devrimi kapıda bekliyor. Yapay zekânın (AI) artık geleneksel olan her ne varsa sistemin dışında bırakacağı bir dönemde akıllı sözleşmelerin çok boyutlu kullanımı, yeni devlet yapılanmalarına işaret eden AIgokrasi, siber ve dijital dünyaların paylaşımı vb. kavramlarla, konularla tanışıyoruz. 

Tarihin play ve pause tuşlarının olmadığı aşikâr. Tarih, içinde bulunduğumuz anda da akıyor. Olaylara, olgunlara, zamanın ruhuna nasıl yakalanırsak öyle mukabele edeceğiz. Millet olarak tarihsel yürüyüşümüz sürüyor. 300 yılı aşkındır yaşadığımız, maruz kaldığımız olaylar silsilesi sonucu travmatik ve kakafonik bir toplumuz. Osmanlı'nın "fütuhat" tecrübesiyle yerleşik hayata geçemedik. Balkanlarda geçebilenlerimiz acı tecrübelerle geri döndü. Cumhuriyet döneminde denedik. Önce bir köylü oluşturma çabası, ardından daha köylü olamadan bu kez kentli olmak adına 1950'lerden itibaren önce büyükşehirlere, ardından Avrupa'ya iş yükünü üstlenmeye yine göçe soyunduk. Büyükşehirlerde ortaya çıkan gecekondular, varoşlar hiçbir şey olmayı başaramamanın nişanesiydi. 

Karşı karşıya olduğumuz göç dalgalarıyla yeniden şekillenen bir sosyoloji ve var olanı içeride tutamamanın nişanesi "beyin göçü" ile imtihanımızı sürdürdüğümüz göç olgusunun devamını yaşıyoruz. "Bağları gevşek, oradan oraya savruluşların içinde hayata tutunmaya çalışan bekâr elektronlar" gibi gittiği istikameti bilmeksizin hayata tutunma çabasındayız. Devlet ve toplum olarak artık esaslı bir karar vermek zorundayız. 

Devletin patronluğunu esas alan mevcut durumun; siyasi iktidarlar, ittifaklar açısından kitleyi bir oy deposu olarak gören ve iyi maaş verdiğinde çoğunluğunu yanı başında konsolide edebildiği bir sisteme tamam mı diyeceğiz, devam mı edeceğiz? Sermayeyi tabana yayacak mıyız, yaymayacak mıyız? Girişimciliğin, şirketleşmenin, genç istihdamının, özel sektörün önünü açacak mıyız, açmayacak mıyız? Her türlü göçe artık bir dur diyecek miyiz, demeyecek miyiz? Bekâr elektronlar gibi yaşamayı sürdürecek miyiz, sürdürmeyecek miyiz? Zihniyet olarak da yerleşik hayata geçecek miyiz, geçmeyecek miyiz?

Yazar'a ait Diğer Yazılar

Sadık Şanlı

Yeditepe Üniversitesi Tarih bölümünde lisansını, aynı üniversitesinin Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik bölümünde "Uluslararası Medya, Kültür ve Eğlence Yönetimi" alanında yüksek lisansını tamamladı. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde sinema alanında çeşitli doktora dersleri aldı. Hayal Perdesi Sinema Dergisi'nde çeşitli dizi değerlendirmeleri yer aldı, Nihayet dergiye ise her ay dizi değerlendirmeleri yazmayı sürdürüyor.

İstanbul Kitaplığı

Tüm Yazılar

Kitap

Tüm Yazılar

Müzik

Tüm Yazılar