Edebi Mutfağın Şef Aşçısı Duygu Değirmenci ile Söyleşi
Sevgili Duygu Değirmenci, öncelikle bu söyleşiyi kabul ederek bize zaman ayırdığınız için size çok teşekkür ederim. Sizin birkaç farklı iş önlüğünüz var. Bir taraftan Kırmızı Kalem Edebiyat Yayınları'nın yöneticiliğini yapıyorsunuz diğer taraftan da öykü yazıyor, editörlük yapıyor ve yazı teknikleri üzerine eğitimler veriyorsunuz. Ben Kırmızı Kalem Edebiyat'ın atölye çalışmalarıyla başlamak istiyorum. Bu çalışmalara ne zaman başladınız? Başlarken amacınız neydi? Katılımcı profilinin bir resmini çizebilir misiniz? Atölye çalışmalarından nasıl sonuçlar elde ettiniz, bu atölyelerden edebiyat dünyasına kazandırdığınız isimler var mı?
Merhaba, derginizde bana da yer ayırdığınız için ben teşekkür ederim. Kırmızı Kalem Edebiyat'ı ilk zamanlar, beş arkadaşımla birlikte, yazdığımız öyküleri yayınlamak, o güne kadar çok kıymetli edebiyatçılardan aldığımız eğitimleri, yaratıcı yazmak meselesi üzerine öğrendiklerimizi paylaşmak için kurmuştuk. Bir süre bu şekilde ilerledikten sonra, atölye çalışmalarına hem ustamız hem de hocamız olan Hakan Akdoğan'ın da desteklemesiyle karar verdik. Geçirdiğimiz dört senede tabii ki seminerler, söyleşiler, atölyeler, öykü yarışmaları, kitap çalışmaları, lansmanlar derken çok çalıştık ama Hakan hocamızın ilk adımlarımızda yanımızda olması ve yönlendirmeleri hepimize büyük cesaret verdi. Bu konuda çok şanslı olduğumuzu söyleyebilirim.
Diğer sorularınıza gelirsek, sırayla devam edeyim, başlarken yola çıkışımız -ki bu durum hâlâ aynı, ‘Biz ne isterdik?' sorusundan doğdu. Yazan, daha iyi yazmak isteyen ya da nereden başlayacağını bilemeyen lakin bugüne kadar bir şekilde edebiyatla haşır neşir olmuş insanlar için ‘Neye ihtiyaç var? Ne eksik kalıyor?' sorusu bizi yolda tutan. Çalışmalarımız hep bu sorulardan hareketle oluştu, oluşuyor. Önce bir içerik çıkarıyor, üzerinde çalışıyor, sonra o içeriğin eğitimini verebilecek eğitmenler buluyoruz. Kendi alanımızda ise eğitimleri biz veriyoruz.
Katılımcı profili büyük oranda, gözlemlediğimiz kadarıyla, doktor, bankacı ve akademisyenlerden oluşuyor. Güzel ve keyifli anlaştığımız, işlerinden kalan zamanlarda hayallerini gerçekleştirmek isteyen, yazmak meselesini bizim kadar ciddiye alan, yazmanın sadece hayal gücü ve yetenekle değil, teknik, mitoloji, psikoloji ve felsefeden beslenerek nitelikli hale gelebileceğinin bilincinde bir kalabalık var. Bu çok kıymetli.
Atölyelerimize katılanlardan, bizden editörlük hizmeti alanlardan ya da her sene gerçekleştirdiğimiz öykü yarışmalarımıza katılıp derece elde edenlerden elbette kitap çıkaranlar oldu. Tek tek isim sayamam, birini unutsam diğerine ayıp olur. Ama bu akvaryumun içinde, ucundan köşesinden dokunabildiysek birilerine ne mutlu.
Kırmızı Kalem Edebiyat Yayınevi'nin yayın politikası hakkında neler söylersiniz?
Kırmızı Kalem Edebiyat, adından da anlaşılacağı gibi edebiyatın, yazının dönüştürücü gücüne inanan bir anlayışla kuruldu. Yayın politikamızın merkezinde; özgünlüğü ve edebi derinliği ön planda tutmak yer alıyor. Hedefimiz; yeni ve güçlü kalemleri keşfetmek, onlara nitelikli bir alan sunmak ve okurla bağ kurabileceğine inandığımız metinler yayımlamak.
Ticari kaygılardan ziyade metnin ruhuna, anlatıma ve yazarla kurduğumuz insani ilişkiye odaklanıyoruz. Bu yüzden yayımladığımız eserlerde sadece iyi kurgular değil, yazarının ruhunu da hissedebileceğimiz derinlikte, nitelikli bir üslup arıyoruz. Kitabın tüm yolculuğunda yanında olmak, basılıp satışa çıktıktan sonra da her daim yazarın ve eserinin arkasında durmak meselesi bizim için en kıymetli olan taraf.
2022 yılında ilk öykü kitabınız olan Bu Öyküler Bitmedi okurla buluştu. Önde gelen edebiyat dergilerinde zaman zaman öykülerinizi okuyoruz. Bize biraz yazarlık serüveninizden bahseder misiniz? Nasıl başladı?
Biraz klişe olacak belki ama hep vardı sanırım. Kendimi, hislerimi, olan bitenin bende bıraktığı izi anlatabilmek yazarken hep daha kolaydı. Bloglar, günlükler, denemeler... Anneannemin yıllar boyunca, gece gündüz anlattığı hikayeler ve masallarla yoğurulan bir zihin... Okumayı ve yazmayı söktüğüm yıl annemin hediye ettiği günlükle başlayan bir yazmak hali, derken, yol beni buraya getirdi.
Bundan dokuz sene kadar önce, yazmak meselesine teknik olarak da eğildiğim ilk zamanlar, yıllar boyunca tuttuğum günlüklere bakmak, neyi nasıl anlattığımı görmek istedim ve fark ettiğim şey, o günlüklerde bahsettiğim kişinin asla ‘Duygu' olmayışıydı.
Hislerimi, yaşadıklarımı, hep başka karakterlere giydirmiş, onlara başka bir isim, kimlik vermiş, kendimden soyutlamış ve her ne yaşanıyorsa o an, dışarıdan bir gözle anlatmıştım. Hepsi kendi başına bir anın öyküsüydü ve içinde ben yoktum. Vardım ama yoktum. Şaşkınlıkla, başka birini okur gibi okudum hepsini. Böyle bir savunma mekanizması geliştirdiğimin farkında değildim. Can havliyle belki, gerçeklikten kaçabildiğim bir tavşan deliği yaratmıştım. Sarsan bir yüzleşmeydi.
Şimdi artık yazının benim için bir ifade biçiminden öte, bir varoluş biçimi olduğunu biliyorum. Bir arayış meselesi bu. Bazen, bir an, kendimi bulduğumu sanmak ve sonra kaybetmek. Sonra tekrar, tekrar ve tekrar... En eğlenceli kısmı da bulamamak. ‘Neden böyle?' sorusu devam ettiği sürece, hikayeler de devam edecektir.
Öykücülükte kendinizi içine kattığınız bir alt tür var mı? Tarzınızı tarif eder misiniz?
Burası benim oyun alanım. Sanırım bu yüzden kendimi en çok büyülü gerçekçilikte rahat hissediyorum. Psikolojik derinliği olan ve zaman zaman metaforik anlatımlarla örülü bir tarzın içinde, gerçeklikten kopmadan ama beklenmedik zihin ve zaman kırılmalarıyla harmanlanan bir anlatıma kayıyorum.
Bilinçaltı, travma, bastırılmış duygular, aidiyet ve kadınlık halleri sıkça işlediğim temalar arasında. Çünkü edebiyat, onunla ilgilenen pek çok insan gibi, benim için de sadece anlatmak değil, anlamak için de bir araç. Okurun, kelimeler arasında durup "Ben de bunu hissetmiştim, işte bu" diyebileceği bir his yakalamaya çalışıyorum.
Kendi deneyiminizi, sizin yaratıcılık sürecinizi anlatır mısınız? Olmazsa olmazlarınız var mı? Kurşun kalemle yazmak, ayakta yazmak, gece yazmak gibi.
Her yerde, her zaman yazabilirim ama en rahat, bir gürültünün içinde olduğum zamanlar oluyor. Gürültülü ya da hareketli yerlerde yazdığım şeye daha kolay odaklanıyor ve girdiğim o dünyanın içinde daha uzun kalabiliyorum. Bunun için bazen kalabalık, yüksek müziğin çaldığı, insanların birbirini duymakta zorlandığı kafe, pub gibi alanlara gidip oralarda yazıyorum. Bir de her daim şikâyet ettiğim ve asla değiştiremediğim durum var ki el yazısıyla yazma hali. Kafamın içinde oynayan sahneye bilgisayar klavyesiyle yetişemiyor, bu yüzden de kalem ve kağıtla yazıyorum. Onlarca sayfa yazdığım için sonrasında onu bilgisayara geçirmek biraz azap oluyor. Lakin kalem ve kağıtla yazmanın bana iyi gelen bir tarafı var. Başka türlü olmuyor.
Esine mi inanıyorsunuz yoksa edebiyat metninin bir işçilik ürünü olduğunu mu düşünüyorsunuz ya da ikisinin sentezi bir durum mu söz konusu?
İkisinin de payı var tabii ki. Edebiyatın hem esinle hem de işçilikle kurulan bir yapı olduğuna inanıyorum. İlham, o anlık parıltı, bir metni başlatan kıvılcım olabilir ama onu edebi bir yapıya dönüştürmek, okurla bağ kuracak hale getirmek ustalık ve emek istiyor. İlham, bir ruh hâli gibi; geliyor ve gidiyor. Ama metni ayakta tutan, onu zamanın ötesine taşıyan şey, dil işçiliği.
Bir müzisyenin kulağı ne kadar iyi olursa olsun, enstrümanına hâkim değilse, müziğin matematiğini bilmiyorsa ortaya çıkardığı eser eksik kalır. Yazı da öyle bence. İlhamı dinlemeli fakat onu duyulur hale getiren şey yazarın kalemiyle ne yaptığı.
Çünkü yetenek, hayal gücü ya da ilham bu işin yüzde yirmisi, geri kalanı disiplinle çalışmak, tekniklere hâkim olmak, ne yaptığını ya da yolda ne yapacağını bilmek lazım. Metnin içinde oyun oynamayı öğrenmek yaratıcılığı da geliştiriyor. ‘Öyle değil, böyle de anlatabilirim' kısmında insanın zihninde bambaşka kapılar açıyor. Edebiyat, öğrenmenin hiç sonlanmadığı, durmadan gezip, dolaşıp hep yeni şeyler keşfettiğimiz kocaman bir ülke gibi.